Jack London’ın, yaşadığı dönemden beklenilmeyecek kadar fazla fotoğrafı bulunur. Bu fotoğraflarda London, ekseriyetle neşeli bilhassa gülmektedir. Elbette, bir insanın gülmesi gayet tabii bir şeydir. Ama London’ın gülümsemesinin arkasında bambaşka bir anlam yatar.
1897’in yazında Excelsior adlı buharlı bir gemi Kaliforniya’nın San Francisco Limanı’ndan ayrılmaya hazırlanıyordu. Yolculuk; önce Skagway’e, oradan da daha öteyeydi. Gemi, büyük bir kalabalık ve coşku içinde uğurlanıyordu. Birkaç hafta önce limana geldiğinde de benzer bir durum yaşanmıştı. Asında tüm bu kargaşanın sebebi, geminin getiriği haberlerdi. Kanada’nın Yukon topraklarında bulunan Klondike bölgesinde altın bulunmuştu. Bir zamanlar işsiz ve yoksul olan birçok kimse, gemiden caka satarak, ellerinde altınlarla iniyordu. Bu parlak haber kısa sürede tüm ülkeye yayılmış ve abartılar içinde gazetelerde “ALTIN! ALTIN! ALTIN!, PORTLAND’DA ALTMIŞ SEKİZ ZENGİN ADAM. YIĞINLA SARI MADEN!” gibi manşetler yer almıştı. Excelsior’un peşi sıra birçok gemi Kanada’ya gitmek için San Fransisco Limanı’ndan yola çıktı. Bunlardan biri Umatilla adında iki yüz doksan yolcu taşıma kapasitesine sahip ama o günkü yolculuğunda dört yüz yetmiş bir yolcuya sahip bir gemiydi. Bu dört yüz yetmiş bir yolcu arasındaki bir yolcu, ismini gelecekte çok fazla duyacağımız genç bir adamdı. Genç adam, zoru zoruna bulduğu borç para ve eşyalarıyla yeni bir yaşam için Klondike’ın yolunu tutmuştu. Neden yüzlerce yolcu arasında bu genci seçtiğimizi anlamak için onun hikâyesine biraz daha yakından bakmamız gerekiyor.
İlk olarak annesinden başlayalım. Gencimizin annesi Flora Chaney London, toplum kaidelerinden uzakta çalkantılı bir yaşam yaşayan, evlilik dışı ilişkileri olan bir kadındı. Hayatını, dönemde popülerolan ruh çağırma seanslarından ve verdiği piano derslerinden kazanıyordu. Çocukluğunda ateşli bir hastalık geçirmişti. Gelişimi yavaşlamış ve bu yüzden duygusal olarak zayıflamıştı. Kırılgan, arsız, çıkarcı ve şefkatsizdi. Oğlu onu bir şeytan olarak nitelendirse de ölümüne dek ona sahip çıktı. Üvey babası, John London, annesiyle o sekiz aylıkken evlenmişti. London kısmen engelli biriydi. Flora’nın bitmek bilmeyen maddi arzularına karşılık verebilmek için kendini daha da zorladığı çöküntüler yaşamıştı. Üvey oğlu kendisine karşı bir hayranlık besliyordu, o ise üvey oğluna karşı nazik ve ilgiliydi. Gencimizin adı Johnny London’ı. 12 Ocak 1876’da dünyaya geldiğinde kendini maddi ve manevi olarak düşüş ve çıkışlarla dolu bir ailede buldu. Hassas ve düşünceli bir benliğe sahip olan Johnny, daha küçük yaşlarında kitaplara bağlandı. Sekiz yaşında okuduğu Ouida’nın ”Signa” adlı eseri, gelecekte sık sık vurgulayacağı üzere onun benliğinde önemli bir yer edinecekti. London ailesi Flora’nın histerik ve talepkâr karakterinin gölgesi altında birçok badireli olay yaşadı. Nihayetinde hızla tepe taklak giden aile ekonomisinin neticesi Johnny’in henüz 10 yaşındayken gazete dağıtıcılığına verilmesiyle sonuçlandı. Aynı zamanda okul hayatı da devam ediyordu lâkin bu çok uzun sürmeyecek ve gelecekte “Yük Hayvanı” olarak isimlendireceği bir döneme girecekti. Her şeye rağmen Johnny 10 yaşına kadar nispeten rahat bir yaşam sürdü. Gazete dağıtmaya çıktığı günlerden birinde Johnny yaşamının akışını değiştirebilecek bir imkanı keşfetmişti: Yeni taşındıkları Oakland’daki Halk Kütüphanesini. Akıl hocası konumuna gelecek olan kütüphaneciden kitap istemiş, kadın ona haftalarca kitap vermişti. Fakat Johnny kütüphane çalışanı Ina Coolbirthe’e ailesinden bahsetmiyordu. Ina, uzun müddet ona edebiyat öğretmenliği yapmaya devam etti.
Ayrıca Johnny, henüz henüz küçük yaşlardayken ”Johnny” ismini bırakıp ”Jack” ismini kullanmaya başladı. İki şeye karşı tarifsiz bir hayranlığı vardı: Kitaplar ve şekerlemeler. Evinde neredeyse hiç tatlı yenmezdi. Bu düşkünlükler Jack London’a mahalle çocukları arasında zayıf bir hanımevladı gözüyle bakılmasına sebebiyet vermişti. Fakat bu dönemde kendisini savunabilme arzusuyla gözü dönmüş bir kavgacı, düzelmez bir suçlu yani ikinci bir benliği oraya çıkmaya başlamıştı. Nihayetinde “Yük Hayvanı” günleri gelmişti. İlkokuldan mezun olduktan sonra gerçek bir iş bulmak zorundaydı. Evinin yakınlarındaki turşu fabrikasında soluğu aldı ve konserve doldurmaya başladı. Saatte on sent kazanıyordu. Dönemin feci koşulları altında, günde 16 saate yakın insanlık dışı bir şekilde çalışıyordu ve aylık 50 dolar gibi bir meblağ kazanabiliyordu Bu dönemde Jack, üvey babası ile birlikte balık tutup ördek avlayacak kadar zaman bulabilme şansına sahip olmuştu. Hatta Jack, küçük bozuklukları biriktirerek 5 dolarlık bir servet sahibi oldu ama kötü talih peşini bırakmıyordu. Annesinin bundan haberi olmuştu ve bir gün o fabrikada çalışırken bir anda arkasında belirmiş ve ondan parayı istemişti. Jack’in parayı vermesi yalnızca birikimini kaybetmesi anlamına değil, aynı zamanda annesine olan sevgisini de kaybetmesi anlamına geliyordu. Jack’in ikinci para birikim denemesi başarılı olmuştu zira gereken dersleri almıştı. Birikimi ile denize olan merakından ötürü bir kayık aldı ve kendi başına yelkenciliği öğrenmeye başladı. Zaman içerisindeki rıhtım ahalisi ile bir tanışıklık kurmayı başardı. Ama bu tanışıklığı kurabilmek adına kullandığı bir araç vardı: Alkol. London alkolün tadını sevmezdi ama yaşamı boyunca bir şekilde girdiği çevrelerde kabul görebilmek adına içmek zorunda kaldı. Gel gelelim bunu faturası onun için oldukça ağır olacaktı. Dönemin koşulları içerisinde Oakland’da istiridye balıkçılarının yatakları yağmalanıyordu ve bu doğrultuda istiridye korsanları ortaya çıkmıştı. İş riskliydi ama kazancı fevkalade yüksekti. Jack, risk alıp bu işe girmeye karar verdi. İşin gerçeği, London’ın bir tekneye ihtiyacı vardı. Süt annesi olan Virginia Prentiss’in kapısını çaldı. Kadın onu ilk önce bu işin tehlikeli olduğuna ikna etmeye çalıştı ama çabasının nafile olduğunu görünce gün sonunda London’a gereken parayı verdi. Yaşı biraz daha büyüyen, İstiridye korsanları kadar sert ve hatta onlardan daha iyi tekne yönetebilen bir London ortaya çıktı. London, Razzle Dazzle adlı teknesi ve iki kişilik mürettebatı ile uzunca bir müddet istiridye korsancılığı yaptı. Genelde avcılılık geceleri oluyordu ve oldukça tehlikeliydi. London için işler buna rağmen iyi gidiyordu. Zira en başta bir çalışan olmayı bırakıp iş veren olmuş hatta daha da mühimi çok daha iyi meblağlar kazanmayı başlamıştı. Bir noktada Jack London’ın teknesi yakılınca karşısına kritik bir tercih geldi. Ya bu işe devam edecekti, riskini kabul edecekti yani ölümle soluk soluğa hareket edecekti aynı zamanda da yüksek bir kazanç sağlayacaktı ya da bu işi bırakıp kendine daha güvenli bir iş bulacaktı. Jack, ikincyi yani daha güvenli bir iş bulmayı tercih etti. Tuhaf bir şekilde istiridye korsanlarını yakalamakla görevli polis kadrosundaki boşluğa başvuru yaptı ve işe alındı. Şimdiki görevi istiridye avcılığı değil, kaçak avcıları yakalamaktı.
Çok daha az bir kazanç sağlıyordu ama yer değiştirmek onun için iyi olmuştu. Bir akşam London, öylesine sarhoş olmuştu ki rıhtımdaki bir tekneye atlamaya çalışırken denize düştü. Epey müddetçe sürüklendi. İşin korkunç yanı bundan kaygılanmadı. Sulara gömülüp bekledi. Az kalsın edebiyata, şiire olan sevgisini bilseler kahkaha atacak adamların saygısını kazanmak için içine düştüğü sarhoşluk onun ölümü oluyordu.
17. yaşında fok balığı avcılığı yapan bir gemide kendisini buldu. London asiydi ve geminin hiyerarşisine uymaya niyetli değildi. Koca Kızıl John adındaki izbandut sayılabilecek bir adamla gemide kavgaya tutuştu. Sonuç, London’dan beklenilmeyecek bir zaferdi. Denizde geçen yedi ay sonucunda maceraya susamış genç, dizginlenmişti. Eve dönmek ve ailesine tekrar destek olmak zorundaydı. İş bulması gerekiyordu ama ne yazık ki 1893’teki mali krizin tam ortasında iş bulmak, neredeyse olanaksızdı. İstiridye korsancılığına dönebilirdi ama halen oldukça riskliydi. Üstelik eski ortağı da avcılık sırasında ölmüştü. Devam etmesi halinde başına gelecek şey benzer olacaktı. Hint Keneviri fabrikasında iş buldu. Durum üzücüydü zira onca maceradan sonra on saat boyunca günde bir dolara çalışmak başarısızlık demekti. Nispeten az olan çalışma hayatı dışında sosyalleşecek zamanı buldu. İlk okuldan arkadaşı Frank Athertan ile ahbaplıkları artmaya başladı. Frank iyi bir çocuktu. Onunla birlikteyken içki içmek zorunda değildi ve hatta şekerlemeleri de seven biriydi.
Tam bu dönemde Jack’in geleceği adına umut verici bir gelişme oldu. Annesi, 1893’ün sonbaharında, San Francisco Morning Call’da bir yazı yarışması ve ödül olduğundan haberdar oldu. Jack’e, Japonya’daki Fok Avcılığı maceralarını yazarak yarışmaya katılmasını öğütledi. London, iki uykusuz gece sonunda yazımı tamamladı ve daha da ötesinde ”Japonya Açıklarında Tayfun” adlı öyküsü ile birinci olmayı başardı. Bir süre fabrikada çalışmaya devam etti. Fakat kendisine vaad edilen zammı alamayınca işten çıktı. Yükselme umuduyla elektirikli demiryolu şirketinin kömür kürekleme işine girdi. Ayda tek gün izinle 30 dolara çalıştı. Öyle bir tempoda çalışıyordu ki kısa sürede elleri ve bilekleri şişti. Bilekleri için ağır deri alteller kullanmak zorunda kaldı. Nihayetinde insaflı bir çalışan ona; kendisinden önce bu işi iki kişinin yaptığını ve kişi başı 40 dolar maaş aldığını itiraf etti. London bu durum karşısında birazcık inatçı olsa da pes edip işten ayrıldı. London, yaralı bilekleriyle güç santralinden çıktığında 18 yaşındaydı. Soluk alacak fırsatı bulmuş ve kendini Oakland Halk Kütüphanesinde bulmuştu. Herbert Spencer, Darwin, Nietzcshe, Marx gini isimlerle tanıştı.
Ülke genelinde, 1893’den 1894’e kadar işsiz sayısı korkunç ölçüde artmıştı. Dönemin parlak iş adamlarından biri işsizleri toplayarak Washington’a doğru bir eylem yürüyüşüne çıktı. Jack ise kendine macera ve yeni yolculuklar arıyordu. Dolayısıyla bu fırsatı kaçıramazdı. London, gruptan koptuktan sonra kaçak tren yolculuklarıyla ülkeyi dolaşmaya başladı fakat Chicago’da avarelik suçundan tutuklandı. Dönemin kötü koşulları altında bir hapishanede bir ay hapis yattı. Ayrıca London, gelecekte o günlerini anımsadığında haksız yere hapis yatmasından dolayı daima sinirli olacaktı. Yolculuk boyunca başına gelenleri ”The Road” yani ”Yol” adlı kitabında anlatacaktı. Geri döndüğünde ise hayatının değişme vakti gelmişti. İlk olarak Oakland’in halk kütüphanesine gitti ve oranın ne büyük bir şans olduğunu afarketti kendisi için. Okumalarına bu sefer Adam Smith, Benjamin Kidd ve Kant gibi isimleri ekledi. Ailesinin o dönemde durumu fena değildi. Kendisini idare edebilecek durumdaydı aile. London, okula devam edebilmek için tam zamanı olduğunu düşündü. Okulu tamamlayabilme işi bir aile projesi haline gelince kendini bir anda çalışma masalı, gardıroplu, yataklı, lambalı bir komidinin olduğu bir odada buldu. Ailesi özellikle Flora’nın etkisiyle olmayacak işlere girişmiş ve maddi olarak büyük kayıplar yaşamıştı. 19 yaşında tekrar okula başlayan London’ın ufak da olsa yeni bir kazanç elde etmesi gerekiyordu. Bu yüzden aynı zamanda okulda hademe olarak işe girdi. Okuldaki öğrenciler Jack’i huşu içerisinde izliyordu. Mavi gözleri, sarı saçları, yapılı vücudu ve yaşça daha büyük olması öğrencilerin gözünde hayranlık verici bir şeydi. Aynı zamanda hayat tecrübesi de onlara göre Jack’in, oldukça fazlaydı. Fakat London için her şey toz bembe sayılmazdı. Yabancıl yönünü ortaya koyuyor, ne zaman rıhtım kabadayısıne zaman kendisi olabileceğini seçemiyordu. Ayrıca kütüphane arkadaşlarının etkisiyle hızla gelişen sosyalizim fikirlerini okulda açıkça beyan ediyordu.
Zamanla London, sosyalizm hakkındaki fikirlerine o kadar güvenir oldu ki her fırsatta bir konuşma, bir söylev gerçekleştirdi. Yerel bir şöhret kazanmış ve ateşli bir konuşmacı olarak biliniyordu. London’ın temel ilgi alanı yazmaktı. Yabancı dil öğrenmeti olan Molli Cannas, bir gün onu İngilizce Öğretmeni tarafından her tarafında kalem oynatılmış kompozisyonuna dertli dertli bakarken buldu. Ne oldu sorusuna karşılık olarak “Boş yere uğraşıyorum Bayan Mollie. Okulu bırakacağım. Burada İngilizce öğrenmeye geldim çünkü yazabileceğimi sandım. Ama yazamıyorum. Şuna baksanıza.” dedi. Kağıdı inceleyen öğretmen “Hiç kafana takma.” dedi “Sana bir sır vereceğim: Tek sorun şu ki sen yazabiliyorsun, o ise yazamıyor. Aynen devam et.” Belki de yabancı dil öğretmeninin bu tavrı onun gelecekteki yazarlık hayatını kurtarmıştı.
***
Jack London ve grubu, üç haftalık çetin bir yolculuk sonunda Koyun Düzü adındaki dinlenme yerine vardılar. Gördükleri dehşet vericiydi. Altın bulma umuduyla varını yoğunu yatıranların bazıları aklını yitirmiş, bazıları ise kendilerini öldürmüştü. Daha dayanıklı olanlar 1200 metrelik Chilkoot geçidi zirvesinin 45 derece açılı dar yokuşunu görünce başarı umutları kalmamıştı. Başka bir güzergâh vardı ama yolu oldukça uzatıyordu.
London ise bu vahim tablo karşısında bazen 45 kilo bazense 35 kilo yükle ilerliyordu. Zirveye eşyalarını taşımak için birçok kez inip çıkmak zorunda kalmıştı. Altın madenlerinin olduğu yere henüz daha çok yol vardı. Bilhassa geçilmesi gereken 800 km’lik.Yine de üstünlük London’dan yanaydı. İyi hazırlanmış olması, güçlü yapısı ve azmi ona düşüncesiz Klondike’çılar arasında avantaj sağlıyordu.
***
Öğrencilik London için hiç fena gitmiyordu. Okulun en popüler etkinliği, okul dergisi Aegis’e üye olmaktı. Alt tabakadan gelen bir çocuk olarak London’ın derginin yayın kadrosuna girebilmesi pek mümkün değildi. Yine de okula başladığı günden itibaren dergiye, hikayeler ve makaleler vermeye başlamıştı. Yaşıtlarının ötesindeki yaşam tecrübesi, onun yazdıklarını daha cazip kılıyordu. Genç London, toplumsal, iktisadi ve iş sınıfının sorunlarına karşı yaşından beklenilmeyecek yazılar yazıyor ve söylevler veriyordu. Lisedeki bir tartışma grubu içerisinde, London’ın sözlü münakaşa yeteneği büsbütün ortaya çıkıyordu. Bununla beraber London, birçok arkadaş edindi o grupta. Bunlardan biri Ted Applegarth’tı. Ted resmin, müziğin, entelektüel bir ortamın içerisinde büyümüş, iyi yetişmiş bir gençti. Hatta bir keresinde sırf London’la sohbet edebilmek için Oakland Halk Kütüphanesi’ne gelmiş, bu hamlesiyle London’ın gözünde oldukça önemli bir yer edinmişti. Applegarth’ların evini ziyaret eden London, evdeki yağlıboya tablolarına hayran kalmış, her zaman açlık çektiği zihni ziyafeti önünde bulmuştu. Ama hayranlık duyacağı çok daha önemli bir şey vardı: Ted’in Kaliforniya Üniversitesi’nde okuyan ablası Mabel. Bu kız bir ahu yahut bir peri olmalıydı. Denizci çocuğumuz London, onun için kabuğundan sıyrılıp, büyük arzuyla, hevesli bir öğrenciye dönüşmüştü. Mabel da aynı hevesle London’a kabalıklarından kurtulabilmesi ve aynı zamanda dilde daha iyi noktalara gelebilmesi için dersler veriyordu. London, Mabel’ı etkilemek için, her gün yirmi yeni kelime öğrenmeye karar verdi ve kendisine az olan parasıyla bir sözlük aldı. Daha sonra ona duyduğu hayranlığı Martin Eden romanındaki Ruth Morse’un kişiliğinde ifade edecekti. Dili doğru kullanmaya özen göstererek, Applegarth ailesine başından geçen maceraları anlatıyordu. Karşılıklı bir sevgi ve hayranlık ortaya çıkmıştı.
Kendini soyutladığı alt tabakanın prangası, Oakland Lisesi’nde onu aşağı çekmek için bekliyordu. Bu ya borç para almak için kendisinin bir arkadaşını ziyaret etmesi ile ya da üvey babası John London’ın ondan borç para almaya gelmesiyle oluyordu. Baba London’ın durumu iyi değildi. Bu durum Jack’i oldukça üzüyordu zira yaşlı adam, özel polisliği bırakmış daha az yorucu olduğu için rıhtım bölgesinde gece bekçiliği yapmaya başlamıştı. Gururlu adam başının çaresine bakabilmek için kapıdan kapıya gezip fotoğraflar satmaya bile çalışıyordu fakat yine de anne Flora’nın taleplerine ve hiddetine karşı koyabilmek için Jack ile dayanışma içinde ondan borç para almak zorunda kalıyordu. Jack London’un ise çoğu zaman babasına verecek parası olmadığı için okul dergisindeki arkadaşlarına el açtı. Bu London için fevkalade küçük düşürücü bir durumdu. Kendisinden dört yaş daha küçük çocuklarla birlikte derse giren bu yirmi yaşındaki delikanlının tuhaf kişiliği hem yaşadığı hayal kırıklıklarıyla hem de okuldaki diğer öğrencilerin ailelerinden gelen baskılarla hissedilmeye başlanmıştı. Okul-Aile birliği, tutkulu siyasi söylemleri, pek kaba ve dehşet verici anıları olan bu delikanlı hakkında bir şeyler yapılmasını istiyordu. Sonuç London’un okulu bırakması oldu.
Üniversiteye girebilmesi için ya liseyi tamamlamalıydı ya da denklik diplomasına sahip bir hazırlık okulundan mezun olmalıydı. Hazırlık okulu iki senelikti. Fakat okul yöneticisi onun sadece final sınavlarına girmesini yeterli gördü ve bir şekilde pahalı olan okul harcı yatırılınca artık London, öğrenmeye gömülebilirdi. Büyük başarıyla derslerini izlemeye başladı. Ama beş hafta sonra okul yöneticisi onu yanına çağırdı. Ödediği harcın geri verileceğini ve okuldan atılacağını söyledi. Sorun, kendisinin çok başarılı olmasına karşın başka öğrencilerin iki yılda aldığı dersleri, bir dönemde almasına müsaade ettiği için, akademinin denklik belgesini kaybetme tehlikesi olduğuydu. Yaşadığı hayal kırıklığını zenginleştirdiği kelime darcığı bile ifade edemezdi Jack London’a. Yaşam tümüyle ona karşı geliyordu. İstenmeyendi. London’ın yaşamında kalan tek yol, eğitime devam etmekti. Bu yüzden Berkeley Üniversitesinin giriş sınavlarına hazırlanmaya karar verdi. Üç ay boyunca bazen arkadaşlarından destek alarak günde 19 saat ders çalıştı. Bu, insanüstü bir çabaydı. Bisikletiyle üniversitenin sınavına giderken hiç beklemediği bir gelişme olmuştu. Başvuru sayısı çok yüksekti ve sorular fazlasıyla zorlaşmıştı. Sınavdan çıktığında biraz şok olmuş biraz da umudu kırılmıştı. İçinde yaşadığı bu karmaşık süreçten kurtulmak için kendini rıhtıma attı. Polis devriyesinden dostları onu samimiyetle karşıladılar ve elbette, öğrencilik hayatı boyunca uzak kaldığı alkol de karşılamada yer alıyordu.
Eve geldiğinde beklenmedik bir olay yaşanmış, sınav sonuçları eline ulaştığında üniversiteyi kazandığını öğrenmişti. Zoru zoruna harç parasını bulduktan sonra, London’ın üniversite hayatı resmen başlamıştı. Üniversite hayatı parlak gözüküyordu. Boksa merak salmıştı. Başta İngilizce olmak üzere birçok alanda dersler görüyordu. Ama ilk dönemi tamamladıktan sonra üzücü bir şekilde kötü giden aile ekonomisinin faturası yine okulu bırakıp işe girmesi ile sonuçlandı. Artık odada rahat bir şekilde ders çalışabileceği bir ortamkalmamış, şımartılan çocuk günleri sona ermişti. Bu arada Applegarth ailesi de başka bir yere taşınmıştı. Ayda 30 dolara bir ütücüde iş buldu. Ki bu para kömür küreklerken aldığı ücretin aynısıydı. Maaştaki tek fark kalacak yer de olmasıydı. Oldukça ağır şartlarda durmadan ütü yapıyordu. Gelecekte, o günler için: “bir daha ölsem ütüyü elime almam” diye dert yakınacaktı. Onun deyimiyle Yük Hayvanı olmasına kahroluyordu. Ne yaparsa yapsın, zincirlerini kıramıyor gibiydi.
İşte tam bu sıralarda Excelsior adlı buharlı gemi San Fransico limanına geldi ve altın haberlerini getirdi. Tüm ülke bu altın haberleriyle çalkalanıyordu. London fırsatın tam karşısında olduğunu gördü. Aynı şekilde, şehirden tanıdığı başka kişilerin de aynı fırsatı gördüğünü anlayınca onların eşyalarını taşımak koşuluyla beş parasız yola çıktı. Zorlayıcı bir yolculuk sonunda Klondike’a vardıklarında acı bir gerçekle karşılaştılar. Birçok altın avcısı geri dönüyordu. Altınların bulunduğu iyi yerlerin hepsi kapılmıştı diğer taraflarda ise kayda değer pek bir şey yoktu. Bu büyük hayal kırıklığı karşısında yapılabilecek en mantıklı şey, yaklaşan kışta geri döneye kalkmayıp bir kulübeye sığınmaktı. Altın umudu London’un mektuplarına yansıyordu. Âşık olup uğruna çetin bir değişime girdiği kız Mabel Applegarth ile Klondike’dayken mektuplaşmaya devam etti. Kulübeden dışarı çıkıp ormanda dolaştığı günlerin birinde. Bir ağaç kabuğuna hayatını değiştirecek kelimeleri yazdı. “Jack London Madenci Yazar 27 Ocak 1898”. Bu kararın ortaya çıkmasını sağlayan, yani bardağı taşıran son damla London’ın iskorbüt hastalığına yakalanması oldu Tedaviye gelen doktor ona iki şans sunuyordu. Ya burada kalıp yetersiz beslenerek ölecekti ya da buradan ayrılıp düzgün beslenecek yani hayatını kurtaracaktı. Hal böyleyken geriye dönmekten başka bir çare yoktu. Artık yapabileceği tek işin yazarlık olduğuna inanmaya başlamıştı. Beden gücüyle değil aklıyla para kazanmak istiyordu.
Şehrine geri döndüğünde karşısında birçok sorun buldu. Başarısız altın avcılığı sonunda ödenmesi gereken borçlar, o Klondike’dayken vefat eden babasının cenaze masrafları ve daha niceleri… Ne yazık ki yük hayvanı olarak bile iş bulmak olanaksızdı. İskorbütten kurtulmuş, eski kuvvetine kavuşmuştu. Yazmak ve yazdıklarını yayınlatmak istiyordu. İlk denemesi San Fanciso Bullet’in editörü tarafından ret cevabı ile sonuçlandı. Klondike yolculuğunu yazmıştı ama editör artık buna ilgi kalmadığını ve yeterince bu konuyu ele alan hikâyenin olduğunu söylüyordu. Birkaç yazı daha denedi ama sonuç başarısızdı. Keza şiir yazma denemeleri de aynı şekilde sonuçlanmıştı. London bir gazete ekinde bir yazı okudu. Yazıda, yazarlara asgarî olarak bin kelime başına on dolar verildiği yazıyordu. Kendi kendine bir hesap yaptı London. Eğer günde üç bin kelime yazarsa yaşamını rahatlıkla geçindirebilecek parayı kazanacaktı. Mabel, London’ın yazma arzusunu hevesle karşılıyor lakin temkinli ve basmakalıp bir tutumla, bu arzusuna gerçek anlamda destek olmuyordu. Hatta London, ona Amerika Posta Dairesi’nde memurluk sınavı yapılacağını söylediğinde, Mabel onu bu güvenli limana çekmek için hemen söz konusu olan fırsata atılmıştı. Bu yüzden araları açılsa da London Applegarth ailesi ile olan ahbaplığına devam etti.
Kuvvetle giden başarısızlığı ve destek görememesine karşın London için umut verici bir gelişme oldu. Katıldığı politik deneme yarışmasını birinci gelerek kazandı ve yirmi dolarlık bir ödül aldı. Bu başarı umut vericiydi ama yaşamın gerçeklerini London görmezden gelemezdi. Bu yüzden memurluk sınavına girdi. Yazarlıktan umudu kesmiş değildi çünkü mesaisiz bir yaşam, mesaisiz bir iş hayatı olabileceğine dair inancı halen duruyordu. Tümüyle karamsar bu tablo özünde London’ın içinde bulunduğu gecenin en şafaktan önceki en karanlık noktasıydı. İlk haber, Overland Mothly’den geldi. “Yola Çıkmış Kişiye” adlı öyküsü için 5 dolar teklif ediyorlardı. Hikâye, London’un Yukon’daki macerasından kesitler taşıyordu. London ücreti az bulmuştu ama yük hayvanı olarak neredeyse bir haftalık çalışmasına eşitti. Kabul etti. Öğrendiği yeni şey, çeki aylarca beklemek olacaktı Black Cat isimli bir dergi “Bin Ölüm” adlı hikayesini basmayı kabul etti. Lakin hikâye uzundu ve kısaltılmasını talep ettiler. İşin mükemmel yanı kendisine hemen ödeme yapılacaktı. Gelen kabuller olmasaydı London intiharı seçebilecek duruma gelmişti. Gelgelim pes etmeye niyeti yoktu, inatçı ve inançlıydı. Yine de bir süre dergilerden ret almada devam etti. Yazdıklarını göndermek, aynı zamanda da reddedilen eserlerini geri almak için kullandığı pulların bedeli artık büyük bir servet tutmaya başlamıştı. İlerleyen zamanlarda memuriyet sınavının sonuçları eline ulaştı. Aldığı puan oldukça yüksekti. Başlangıçta kırk beş dolar ardından terfi ile altmış beş dolara postacı olarak çalışabilirdi. Sorumlulukları günden güne büyürken memuriyet yirmi üç yaşındaki London için güvenli ve tatminkâr bir fırsat olabilirdi. Tam bu karar anında devreye beklenmedik biri girdi. Annesi Flora, çıkarçı bir düşünce ile London’ın yazar olmasını destekledi ve posta memurluğunu kabul etmeme şansının da bulunduğunu söyledi.
Basılan ilk öyküsüyle beraber London, bir hayran mektubu aldı. Bu hayranlık verici bir olaydı. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerde posta müdürü olarak çalışan bir adam kendisine bir şeyler yazmıştı ama asıl amacı, kendi yazdığı öykülere tavsiye istemekti. Yerel haftalık edebiyat dergisi “Wave”e kısa hikayelerinden birini satmayı başardı. Peşi sıra, Beyaz Sessizlik, Kurdun Oğlu gibi hikayeleri de aynı yıl içerisinde satıldı. Yazıları yayınlanıp adı duyuldukça kendisine olan ilgi arttı. San Francisco’daki sanatçılardan ve yazarlardan oluşan bir topluluğa katıldı. Burada önemli isimlerle tanışma fırsatı yakaladı. Bunlardan biri daha sonra çok yakın bir dostu olacağı Geogre Sterling idi, London’dan 7 yaş daha büyük olan Sterling bir şairdi. Lakin tabiatı gereği büyük ilham anları olmaksızın yazma konusunda pek hevesli değildi. Bir diğer tanışıklığı ise Charmian Kittredge’di. Charmian onu “Eski bir bisikletçi pantolonu ve koyu gri yünlü bir gömlek, ne idüğü belirsiz bir boyun bağı, yumuşak bisikletçi papuçları ve yıpranmış kasket” ile kılıksızlığına şaşırmış bir ifade ile betimlemişti. London’a göreyse Charmian utangaçlıktan uzak, pek güzel olmayan bir kadındı. Charmian için işler bununla kalmayacaktı zira neredeyse herkes gibi o da London’un mizacından etkilenecekti. London’ınsa ilgi alanında o sıralar başka bir kadın vardı. Anna Strunsky. London bu kadına oldukça ilgi duydu fakat tümüyle yeteneksiz olduğu konulara bulaşmıştı ve kadınlarla ilgili konularda çokça hüsrana uğrayacaktı. Anna’ya olan talepkârlığı üzücü bir şekilde sona erince London, Besse Maddern adında bir kızla tanıştı. Doğrusu aralarında müthiş bir uyum yoktu ama paylaştıkları bazı ortak noktalar vardı. London, onun doğru kişi olduğuna inanıyordu. Zira hem Mabel hem de Anna’da yaşadığı hayal kırıklığı, tutkulu bir evliliğin olmayacağına onu inandırmıştı. Bessie şık ve bakımlı, ailesinin hali yerinde ve iyi bir anne olabilecek kadındı, üstelik fena da anlaşmıyorlardı. Hatta kısa süre sonra, London’un yirmi beşinci doğum gününden üç gün sonra bir kız çocukları dünyaya geldi. Evlilikten bir süre sonra London’ın Anna’ya olan ilgisi tekrar ortaya çıktı. Anna’ın en kritik yanı, London’a yazdıkları adına destek oluyor, rehberlik yapıyordu. Bessie ise bu durumdan pek hoşnut değildi.
London’un yazarlık hayatı umut verici şekilde iyiye gidiyor, yazdıkları yayınlanıyordu. Ve tabii London’ın harcamaları büyük ölçüde artıyordu. Evliliğinde ardı ardına gelen çözünmelerle Bessie ile London’un arası bozulmuştu ama bir ara düzelmeye dair umut verici bir gelişme oldu. Yeni bir eve taşınmışlardı, daha da ötesinde ikinci çocuğu yapacak kadar iyi bir noktaya gelmişlerdi. Klondike’da yazar olmaya kara verdiğinden bu yana London’un hayatında birçok gelişme olmuştu. Maddi sıkıntılar tümüyle çözülmemiş ve bununla birlikte romantik meselelerden dolayı aklı karışıktı. Yazarlık dağını tırmanıyordu ve ulusal bir başarı için bir rehbere ihtiyacı vardı. 1901’in bitiminde ABD’nin en büyük yayınevlerinden biri olan MacMillan’daki George Brett’te bir mektup yazdı. Bu mektubu yazarken yazarlık yaşamının en büyük kırılma anını yaşadığından haberi yoktu. Umut verici görünen ama gerçekte kaçınılmaz sonu engelleyemeyen birkaç iyi gelişmeye karşın evliliği geri düzelmeyecek şekilde tahrip olmuştu. Bunun en büyük sebebi Anna ile olan romantik ilişişinin canlı olmasıydı. Yine de Anna ile olan ilişkisini ileri bir boyuta taşıyabilme ihtimali yoktu. Bu sırada her şeyden kaçmak ve biraz da para kazanabilmek arzusuyla muhabirlik işine atıldı. Şehir dışına çıktı ama işler istediği gibi gitmeyince yolculuğunu kesmedi, aksine büyüttü, kendisini bir anda Londra’da buldu. Asıl niyeti tatil yapmak olsa da Londra’nın kenar mahalleleri hakkında bir roman yazma fikri aklını kurcalıyordu. Bu tasarısını, önceki mektubuna gönderdiklerini pek beğenmeyen MacMillan’daki Brett’e açtı. Beklediğinden çok daha olumlu bir geri dönüş aldı.
Londra’ya vardıktan sonra Jack’in yaptığı ilk iş bir oda kiralamak ve iki buçuk dolara elden düşme bir takım elbise satın almak oldu. Amacı bu elbise ile kendisine talihi yaver gitmemiş bir denizci süsü vererek, gözlemleyeceği yoksul insanların arasına katılmaktı. Yıllarca denizcilik yaptığı için hem o dili bilirdi hem de Fok Balığı avcılığından kalma çokça hikayesi vardı. Londra’nın kenar mahallerine dair ilk gözlemleri, Charles Dickens’ın tasvirlerinden farksızdı. Mektubunda şöyle diyecekti:
“Tüm yaşam şartları, bu şartların keskinliği, her şey öylesine kahredici ki dünya üzerinde böylesi bir sefaletin mümkün olacağını hayal bile edemezdim.”
Kasap artıklarındaki yağ ve kıkırdak parçalarını didikleyen kadınlar, dehşet verici apartmanlar, cenaze parası buluncaya kadar sarmalanarak bekletilen çocuklar ve bebekler… Sokakların kurdu olanlarla tanıştı. Bir kuruş bulduklarında bir kafeye girer ve çay ister ardından başkalarının tabaklarında kalanları yiyebilmenin fırsatını ararlardı. Jack London’un bizzat çektiği fotoğraflarda gerçek tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyordu. Bu vahim tablo bir romanı ortaya çıkarttı: Uçurum İnsanları. Bizzat içine girerek gördüğü ve yaşadıklarından sonra eve dönme zamanı gelmişti fakat öncesinde yolcuğu biraz daha uzatmak istedi ve ufak bir Avrupa seyahati yaptı.
Uçurum İnsanları basıldı ve yirmi bin nüsha satıldı. Üstelik eleştirmenlerin gözünde başarısız değildi. London yeni yayıncısı Brett’e, geçinme derdini artık düşünmek istemediğini, kendisini sadece yazmaya vermek istediğini bu yüzden düzenli bir gelir üzerinde anlaşıp anlaşamayacaklarını sordu. Brett’ten gelen cevap olumluydu. London yeni hikayeler yazmak adına artık Alaska motifinin doygunluğa ulaştığının farkındaydı ama ortaya çıkması gereken iki roman daha vardı. İlki, Buck adındaki bir Kaliforniya köpeğinin hakkında oldu. Romanın adıysa Vahşetin Çağrısı’ydı. Uçurum İnsanları’nın ötesinde ona ulusal bir popülerlik kazandıran ilk büyük başarısı Vahşetin Çağrısı oldu. Edebi olarak başarılı bir yolda gitse de kalan yaşamı aynı yolda gitmiyordu. Ödenecek yüklü faturalar, bakılması gereken iki çocuk ve Bessi, sorumluluğundaki annesi gibi gerçekler sürekli yakasındaydı.
İşte tam bu karışıklık döneminde London’un karşısına maddi bir fırsat çıktı. Savaş muhabirliği. Rus ve Japon savaşı patlak vermişti. Bölgeye gönderilecek savaş muhabirleri aranıyordu. London ise iyi bir ücret karşılığında ortaya çıkan bu teklifi es geçmedi. Gitmeden önce henüz yeni bir roman olan Deniz Kurdu’nu bitirme çabasındaydı. Romanın kalan düzeltmelerini halletmek için arkadaşları Sterling ve Charmian’a gereken yetkiyi verdi.
Başlayan yeni görevi istediği gibi gitmiyordu. Zira Japon tarafında bulunan London ve diğer muhabirler, sadece oyalanıyorlardı Haber yapabilmek için ellerine pek fırsat geçmiyordu. Fakat yine de London, farkını ortaya koymuş ve diğer muhabirlerden daha başarılı olarak, bir şekilde haber yazabilmişti. Birçok badireli gelişme ile sona eren Savaş Muhabirliği sonucunda eve geri döndüğünde, London feci bir tablo ile karşılaştı. Karşısında eşi Bessie’nin açtığı boşanma davasını gördü. Zalimlik, ailesini terk etme ve geçmişte Anna ile evlilik dışı ilişki iddialarıyla suçlanıyordu. Bassie’nin artık tek gayesi London’dan öç alabilmek olmuştu. Bu yüzden gözü dönmüş bir intikamcıya dönüşmüştü. Ayrıca yokluğunda London’ın banka hesapları, Bessie’nin maddi ihtiyaçlarını karşılayıncaya değin dondurulmuştu. Tek tesellisi muhabirlikten kazandığı dört bin dolardı. Hayatında ilk defa gerçekten parası vardı. İşin başka bir boyutu, artık iyiden iyiye popüler olan London’ın özel hayatı tümüyle magazin içeriklerine konu oluyordu. Boşanmanın bedeli London için iki bin yüz yetmiş beş dolar ve Bassie için bir ev yaptırmaktı. Bu da muhabirlikten aldığı paranın yok olması anlamına geliyordu. London, ev konusunda bir hamle yapmış, Bassie’e evlenirse evi kaybedeceğine dair şart koşmuştu. Bu durum Bassie için gelecekte önemli birsorun yaratacaktı. London’un imdadına deniz kurdu yetişti. Bir dört bin dolar da oradan aldı. O sıralarda London’un toplulukla olan bağı günden güne artıyordu. Bundan en çok nasibi alan kişi şair Sterling’ti. Aralarındaki ilişkiye sadece dostluk demek güçtü. Duygusal, ruhsal bir bağ vardı. London’un asıl olarak yakınlaştığı, tam bunlar yaşanırken sabırlı, anlayışlı ve ısrarcı bir sahipleniş gösteren kişi Charmian’dan başkası değildi. London üzerine Sterling ve Charmian arasında bir rekabet başlamıştı. Kazanan Charmian olacaktı zira London için hem kadın aşkını hem de yokluğunda geçmişteki ilişkilerinin tüketmesine sebep olduğu erkek dostluğunu taşıyan biriydi. Topluluk ise Sterling’ten yanaydı. London’u kaybetmek istemiyordu. Aslında Sterling’in en büyük etkisi Anna’ın yokluğunda London’a editörlük yapmasıydı. 1904’ten 1905’e kadar birçok eser ortaya çıktı çünkü London’un kendine koyduğu bir kural vardı. Bin kelime her gün yazacaktı, ilham gelse de gelmese de. Buna uymaya devam etti ve yeni yazdıklarını da yayınlatmayı başardı fakat buna rağmen çok ciddi bir sorunu vardı o da maddi sorunları. Bir türlü maddi sorunları London çözemiyordu.
London, yalnızca kurgu metinlerde değil politik metinlerde de üretken biriydi. Ülke çapında bilinen, konferanslar veren bir sosyaliste dönüştü Kendisini ifade edebilme yeteneği her zaman çok başarılı sayılmazdı. Bu yüzden konferansalar her zaman çok verimli geçmiyordu. Tüm kargaşaya, Sterling’in yerini Chairman’a bırakmasıyla yorucu süreçler atlatan London’da yeni bir roman fikri oluştu. Vahşetin Çağrısında medeniyette yaşayan bir köpeği yabana dönüş motifi işlenirken şimdi Beyaz Diş’te bunun tam tersini işleyecekti. Charmian ile London’un arasında güçlü bir sevgi bağı vardı. Chairman, inanılmaz ölçüde hızlı daktilo yazabiliyordu ve London’ın yeni editörü olma görevini üstelenerek, London’ın yazdıklarını temiz çekmeye başladı. Charmian kazanamayacağını bile bile London ile tartışmalara giriyordu. London gerçek anlamda zor biriydi. Charmian, London’ın karşısında güçlü görünmek, kadınsı yanını göstermemek, bu sayede London’un soğuk eleştirilerine maruz kalmamaya çalışıyordu. London’la boks oynadıkları bile oluyordu. Ayrıca Charmian üstün bir biniciydi. London atlara çok büyük ilgi duysa da hiçbir zaman iyi bir binici olamadı. Bassie ile olan boşanma davası henüz tamamen sona ermediği için Charmian’la London evlenememişti. Yıllar geçerken London’ın sağlığı iyiye gitmiyordu. Sigaradan dolayı öksürük nöbetlerine giriyor, dahası alkol bağımlılığı kendini güçlü bir şekilde belli ediyordu. Ama en fecisi her zaman çok güvendiği bedeninin artık yeterince güçlü olmamasıydı. Jack London, Kaliforniya’nın en güzel sayılabilecek yerlerinden birinde bir arazi aldı. Kaporayı vermişti ama elini çabuk tutmalıydı zira araziyi isteyen başka kişiler de vardı. Yayıncısına yazdı. Brett onun bu talebine altı bin beş yüz dolarla cevap verdi. Ve böylece London’un Beauty Ranch yani Güzel Çiftlik günleri başladı. Beyaz Diş’i ve ardından Altın Kanyon adlı öyküsünü tamamladı. Bazı dönemlerde Charmian’la London’un arası pek iyi gitmedi. Charmian’ı aldatmışlığı ve sorumsuzluklarıyla yıprattığı çok olmuştu. London, ciddi bir kopuş anını Charmian’a aldığı özel bir at ile telafi etmeye çalışmış, şunları söylemesi işleri iyi yöne çekmişti:
“Ne gerekiyorsa yaptın, Eşim Olan Kadın. Beni çekip kurtardın. Bana huzur verdim… Harika bir şey oldun bana. Artık iyiyim. Sevgili Kadınım, bundan sonra benim için endişelenme.”
Charmian ise bunun bir veda olmadığını anlamış ve şöyle demişti:
“Onun gözlerine bakınca, gözlerime yaşlar yürüdü. Ama bu yaşlar, yeni bir günün bereketli yağmurları gibiydi… Tekrar yola düzülürken, kendime hâkim olmakta zorlanıyordum.”
London’un şöhret yılları pek kolay geçmedi. Ülke genelinde hem romanlarıyla hem de politik görüşleriyle yer edinen London, olduğu yerde durduğu ve böylece günden güne çürüyeceğini fark etti. Yeni bir maceraya atılması gerekiyordu. Çözümü Snark’ta buldu. Snark yapımı iki yıl sürecek, London tarafından özel tasarlanmış bir olacaktı. Amaç Snark’ı tamamlayıp Charmian ile birlikte dünya seyehatine çıkmaktı. Bu sırada London’a oldukça cazip bir teklif geldi. Ülke geneline konferans turuna çıkması isteniyordu ve her hafta için altı yüz dolar alacaktı. London, politik görüşleri hakkında konuşma arzusu içindeydi. Fakat çok geçmeden insanların Alaska’yı merak etmedikleri zamanlarda daha çok kendisiyle ve sık sık haber konusu olan aşk hayatı ile ilgili konuşmak istediğini gördü. Konferanslardan iyi para kazansa da Amerika’nın en popüler yazarının dinlenmeye vakti yoktu çünkü paraya ihtiyacı vardı. Teknenin yapımı oldukça fazla maliyet tutmuştu çünkü görevlendirdiği insanlar başarısızdı. Bu sıralarda London’un evrim merağının sonucunda beklenilmeyecek satış rakamlarına ulaşan bir roman çıktı: Adem’den Önce. 1906’ın yazında San Francisco’da büyük bir deprem meydana geldi. London ve artık eşi olan Charmian deprem sonrası şehrin vahim durumunu bizzat gördüler. London, şehrin birçok fotoğrafını çekti. Depremde şehirdeydiler, çiftliğe geri döndüklerinde çok sevdikleri bir atın ölümü ile karşılaştılar. İşler bir türlü tam düzelmiyordu. Snark tamamlanınca London mürettebatı toplayıp yıllar sonra denize geri döndü.
Başlangıçta iyi giden deniz yolculuğu tam bir felaketle sonuçlandı. Birbiri ardına gelen hastalıklar, geminin sürekli sorun çıkartması, mürettebatın yanlış seçimi gezinin erken sonuçlanmasına ve binlerce dolara mal olan geminin nihayetinde yok parasına satılması ile sonuç buldu. London için olanlar tümüyle kahrediciydi. Bu yolculuğun iyi yanları yok değildi. London günde 1000 kelime yazma kuralına uymuş ve satışları fiyasko olacak olan, gençliğinde katıldığı işsizler ordusu yürüşündeki maceralarını yazdığı ”Yol” romanını tamamlamıştı. Daha önemlisi ardından Demir Ökçe ve Martin Eden gelmişti. Demir Ökçe, London’ın öngördüğü, gelecekte olacak bir dünya düzenini ele alıyordu. Martin Eden’se denizci bir çocuğun bir kızın aşkı uğruna yeniden doğuşunu anlatan yarı otobiyografik bir romandı. Geri döndüğünde 1906’da Martin Eden’in çıkmasıyla London, kaybettiği popülerliğe karşın tekrar ortaya çıkmıştı.
Açıkçası London, Martin Eden konusunda biraz sinirliydi. Romanın anlaşılmadığını düşünüyordu. Üstelik gelen eleştirilerin çoğunun haksız buluyordu. Ruhu gibi bedeni de çıktığı dünya turu sonucunda hırpalanmış ve tur sırasında yakalandığı hastalığını yenememişti. En çok da güçten düşmesi keyfini kaçırıyordu. Gençlik günlerindeki London’dan pek bir şey kalmamıştı. Son çare kendisini çiftliğe vermek oldu. Arazisini büyüttü, tarım işine girdi ama başarısız oldu. Kurt evi adında ahşaptan özel bir ev tasarladı ama bir yapım hatası yüzünden, bir gece ev ateş aldı ve London’un gözünün önünde ev yanıp kül oldu. London hiçbir zaman geldiği yerdeki insanlara yüz çevirmedi. Adını duyan eski gençlik arkadaşları, yoksullar ve işssizler kendisinin çiftliğine geliyor, London onları yedirip içiriyor hatta maddi destekte bulunuyordu. Yardım isteyene karşı hiçbir zaman el uzatmadığı olmamıştı.
Çok talihsiz, acı bir olay yaşandı. Charmian hamile kalmıştı ama düşük yaptığı için bebeğini kaybetmişti. London ise adeta elini attığı tüm konularda başarısız oluyordu. Artan alkol bağımlılığı, vazgeçemediği kötü beslenmesi sağlık durumunu günden güne kötüye götürüyordu. Tam burada London, kendisine olmasa bile diğer insanlara alkolün nasıl yaşamını dağıttığını anlatabilmek adına yarı otobiyografik bir roman yazdı: John Barleycorn. Apandist itihabı sonrası yatağa düşen London, belirgin şekilde yokuş aşağı gidiyordu. Böbrek ağrılarını dindirmek için günlük olarak morfin almaya başladı. Yaşamının son yıllarında ise Yıldız Gezgini’ni ve birçok eser verdi ama diğer eserlerine göre gölgede kalan eserlerdi. Ölümünden üç gün önce gelip kendisini kayda alması için bir film şirketiyle anlaşmıştı.
21 Kasım 1916’da, London’da kusma ve ishal baş gösterdi. Sağlığı tümüyle gitmişti. Her zamankinden erken yatağa girdi. London uzandıktan sonra, Charmian onu odasında yeşil okuma siperliği ile uykuya dalmış gördü. Ertesi sabah, sekiz olmadan, onlara komşu yerde oturan Eliza, kapısına şiddetle vurularak uyandırıldı. Çiftlik çalışanı London’ı uyandırmayı başaramadığını söylüyordu. Eliza onu komaya girmiş, yüzü masmavi olmuş, soluğu zayıflamış halde buldu. Yatağın yanı başında bir şırınga ve boş bir morfin şişesi duruyordu. Hemen Charmian’ı uyandırdılar. Telefonlar çalışmıyordu. En yakın yerden getirttikleri doktorun ilk teşhisi, aşırı dozda morfin kullanımı oldu. London’un kendi doktoru geldiğinde, London’a antropin verip onu ayağa kaldırdılar, bağırarak odanın içinde dolaştırdılar. Charmian haykırarak son zamanlarda London’un yapımına çok kafa yorduğu çiftlik barajının çöktüğünü söyledi. Bunun, onu kendisine getireceğini umuyordu. Gün boyunca London birkaç kere uyanır gibi olunca Charmian ona “Eşim, geri dön!” diye seslendi. Onu uyuma verandasına uzattılar, yatarken şilteye yumruğuyla güçsüzce birkaç defa vurduğunu gördüler. Geceleyin, sekizi çeyrek geçe, London’ın yaşam mücadelesi sona erdi. Elbette kısıtlı zamandan dolayı bu videoda bahsedemediğimiz ama London’ın yaşamında yer tutan birçok önemli olay var. Bu videoyu kapatırken çok merak edilen bir konuya değinmek yerinde olacak. O da, London’ın ölümünün bir intihar olup olmadığı konusu. Sağduyuyla baktığımızda London’ın intihar ettiğini söyleyemeyiz çünkü ölümünden önceki günlerde çok ciddi anlamda böbrek ağrıları çekmeye başlamıştı London ve ağrılarını kesebilmek için morfin kullanıyordu. Muhtemelen ölmeden önceki günde ağrıları o kadar artmıştı ki alabileceği en yüksek dozdaki morfini almayı seçti ama güçsüz vücudu bunu kaldıramadı ve iflas etti. Belki London şapkasını çıkartıp bize daha uzun süre gülümseyemedi ama eserleriyle her zaman bunu yapmaya devam edecek Peki bizler neden London’ın gülümsemesine vurguda bulunduk? Bunu anlayabilmek için şu sözlere bakmak yerinde olacaktır çünkü bu sözlerin onun olduğuna dair elimizde bir kanıt yok ama onun yaşamıyla düşünceleriyle ve eserleriyle birebir örtüşen ve gerçekten London’ın felsefesini yansıtan sözcükler.
Bu video hikaye anlatımında temel olarak İş Bankası Kültür Yayınları’ndan Yiğit Yavuz çevirisi ile çıkan, James L. Haley’in Jack London biyografisi esas alındı.
Fotoğraf arşivleri: https://hdl.huntington.org/digital/collection/p16003coll7
https://oac.cdlib.org/findaid/ark:/13030/tf8q2nb2xs/
http://london.sonoma.edu/images/