Kötülük nedir? Neden kötülük yaparız? Kötü olmak varken neden iyi oluruz? Kötü bir insanın kötülüğü doğuştan mı gelir ya da sonradan mı kazanılır? Kötü bir insan tekrar iyi bir insana dönüşebilir mi ya da kötülük karşı konulmaz bir şey midir? İnsanlık tarihinde kötülüğün kapladığı yere baktığımızda karşımıza korkunç bir tablo çıkar. Bu tablo, aynı zamanda edebiyatta da karşılık bulur. Çünkü edebiyat bizzat yaşamdan beslenir. Sizlerle beraber Kötülüğün Portresi serisinde romanlarda karşımıza çıkan kötü karakterleri ele alacağız. On bölümden oluşacak bu seride, her bir bölümde kötülüğün farklı bir penceresine bakmaya çalışacağız. İsterseniz gelin ilk romanımız ve karakterimizle başlayalım.

 

İngiliz edebiyatında Victoria dönemi kadın yazarları, haksız yere gelebilecek önyargılı ve olumsuz eleştirilerden sakınabilmek adına takma erkek isimleri kullanıyorlardı. Bugün bildiğimiz birçok başarılı kadın yazarın zamanında izlediği bir yöntemdi bu. Bu kadın yazarların en ilginçleri bir şiir kitabında karşımıza çıkıyor; Currer, Ellis ve Acton kardeşlerin yayınladığı bir şiir kitabını görüyorsunuz. Bu şiir kitabına ilk bakıldığında dikkate değer şiirlerin Ellis’e ait olduğunu söyleyebiliriz. O dönemlerde hiç bilinmeyen bu isimlere dikkatle bakıldığında gözümüze çarpan birkaç şey vardır. Öncelikle bu isimler İngilizcede hem erkekler hem de kadınlar için kullanılan isimlerdi. Şiirlere bakan dikkatli bir göz, onların gerçek kimliklerini tahmin edebilirdi. Kaldı ki edebiyat tarihi içerisinde bunun gerçek yüzünü fark edebilecek bazı dikkatli okurlar yok değildi. İleride ortaya çıkacağı üzere bu şiir kitabı Brontë kardeşlere aitti. Kendi isimlerinin baş harflerinden yararlanılarak yeni isimler türetilmişti. Diğer kardeşler başlı başına başka videoların konusu olabilecek olsalar da bugün sizlerle beraber Emily’yi ele alacağız; onun Uğultulu Tepeler’ini, bilhassa Heathcliff karakterini. Ama öncelikle onun yazdıklarını daha iyi anlayabilmek adına isterseniz gelin bir yaşamına göz atalım. Emily Brontë’nin 30 yaşında bir akciğer hastalığından sona eren yaşamı, 1818 yılında Yorkshire’da başladı ve hayatı boyunca neredeyse hiç köyünden dışarı çıkmadı. Annesi çok genç yaştayken öldü, diğer iki kız kardeşi oldukça katı insanlardı ve yoldan çıkmış abisi zaman içerisinde kayıp gitti. Kız kardeşlerin günden güne artan yakınlığına karşın, Emily her zaman yalnızdı ve her zaman kendi iç dünyasında yaşıyordu. Emily’nin hayatına baktığımızda karşımıza çok parlak bir tablo çıkmaz çünkü hayat tecrübesi oldukça azdır ve kısıtlı şartlarda bir yaşam sürmüştür.

Hatta bilindiği kadarıyla hayatında bir aşk ilişkisi de olmamıştır. Bu şartları göz önünde bulundurduğumuzda Emily’nin Uğultulu Tepeler’i yazmış olması büsbütün esrarengiz bir hava kazanır. Halihazırda hayata ve dönemin edebiyatına karşı çok bilgisi olmayan bir yazarın; daha ilk romanında bu kadar keskin, çarpıcı ve güçlü bir roman yazmış olması büsbütün hayran bırakıcı ve esrarengiz bir şeydir. Dönemin romanlarından çok farklı bir anlatım yolu çizer kendine Uğultulu Tepeler. O zamana kadarki edebiyat eserlerinde doğa motifi; huzurlu, barışçıl, sakin bir şekilde betimlenirken Uğultulu Tepeler’de doğa; kasvetli, tedirgin edici ve huzursuz bir şekilde betimlenir. Romanın tüm karakterleri toplumsal bir kimlik taşımaktan daha çok bireysel bir şekilde karşımıza çıkar. Emily’nin Uğultulu Tepeler’i bir başyapıt olabilme adına tüm yetisini Heathcliff’ten alır. Görülmemiş bir kötü, görülmemiş bir aşıktır Heathcliff. İsterseniz Uğultulu Tepeler’in hikayesine öncesinde bir göz atalım, ardından Heathcliff’ten bahsetmeye başlayalım.

 

“Her şey, Uğultulu Tepeler adı verilen evin sahibi Earnshaw’ın, bir şehir ziyareti sonrasında 6 yaşlarında çingene gibi esmer bir erkek çocuğuyla geri dönmesiyle başladı. Bu çocuğa Heathcliff adını verdi. Ama bir soyadı olmadı hiçbir zaman. Earnshaw, onu kendi çocuklarından ayırmadan büyütmek istedi. Catherine’le anlaşmayı başaran Heathcliff, ne yazık ki Earnshaw’ın diğer çocuğu olan Hindley’le arası hiçbir zaman pek iyi olmadı. Earnshaw öldükten sonra tam anlamıyla ayyaş ve kötü bir delikanlı olan Hindley, Heathcliff’e türlü eziyetler yaptı. Hatta sıradan bir uşak gibi davrandı ona. Çocuklar büyüyünce Heathcliff çok iyi anlaştığını ve kendi dünyalarını kurduğunu düşündüğü Catherine’i, bir rastlantı sonucu onun gibi biriyle evlenmesinin kendisini küçük düşüreceğini söylerken duydu. Bunun üzerine Heathcliff Uğultulu Tepeler’den kaçtı ve 3 yıl boyunca geri dönmedi. Geri döndüğünde varlıklı bir adam olmuştu. O 3 yıl içerisinde Catherine komşu malikanenin sahibi genç Edgar Linton ile evlendi. Heathcliff’in geri dönmesiyle Catherine ile aralarındaki ilişkideki tutku tekrar ortaya çıktı. Ama Heathcliff her şeyi olduğu gibi kabullenmedi ve isyan etti. Onun bu isyanıyla hem Uğultulu Tepeler hem de Linton’ın evi karşı konulmaz bir kötülüğün etkisine maruz kaldı. Bu durumu kaldıramayan Catherine, çocuğunu doğurduktan sonra öldü. Heathcliff varlıklı Edgar Linton’ın hem mal varlığına el koyabilmek, hem de yokluğunda yaşananların hırsını alabilmek için onun kardeşi İsabella’yı kandırıp evlenmeyi başardı. Yaptıkları bu kadarla da kalmadı. Öç alabilmek için gözü hiçbir şeyi görmedi ve her yolu denedi. Aradan yıllar geçtiğinde ise Isabella’dan çocuğu oldu. Ve bu çocuğu Catherine’in çocuğuyla evlendirme gayretine girişti. Türlü oyunlar ve aldatmalarla başardı. Kendi oğlu; sıska, hastalıklı ve aciz biriydi. Hiçbir zaman babasının kontrolünden çıkamadı. Annesi ile aynı adı taşıyan genç Catherine ise saf biriydi. Tüm bu oyun Edgar Linton hasta olup ölüme gidişinin ardından yaşanırken, onun da bir müdahalesi olamadı. Heathcliff, Linton’ın malvarlığına sahip olmakla kalmadı. Tüm bu zorbalıklara maruz bırakabilmek adına hem kardeşiyle evlendi, hem de Catherine’in kızını da oğluyla evlendirmeyi başardı.”

Hikayeye ilk baktığımızda hayran bırakıcı bir kurguyla karşılaşmayız ama bu kurgu, Emily’nin olağanüstü düş dünyasının içerisine girdiğinde ortaya bir başyapıt çıkar. Burada Heathcliff’e geri dönecek olursak, onun Earnshaw tarafından evlat edinilmeden önceki yaşamına dair pek bir şey bilmiyoruz. Muhtemelen oldukça kötü şartlar altında bir yaşam sürmüş ve çeşitli nedenlerden dolayı yetim kalmıştır. Nihayetinde Earnshaw tarafından evlat edinilmiş ve tıpkı kendi çocukları gibi büyütülmek istenmiştir. Heathcliff’in Uğultulu Tepeler’deki yaşantısı bir yanda bir cehennemi, diğer yandaysa bir cenneti anımsatır. Evin erkek çocuğu Hindley tarafından benimsenmemiş ve çoğu zaman hor görülmüştür Heathcliff. Hatta Earnshaw’ın ölümünden sonra Uğultulu Tepeler’in efendisi olan Hindley; Heathcliff’e oldukça kötü davranmış, ve onu bir uşak olarak görmüştür.

“Heathcliff’i hadi çabuk ol da ne sevimli bir çocuk olduğunu onlara göster diye sıkıştırdım. O da seve seve sözümü dinledi. Ama aksilik bu ya, Heathcliff mutfaktan çıkmak için kapıyı açtığı sırada Hindley de öteki kapıyı açtı. Yüzyüze geldiler. Efendi; onu böyle temiz ve neşeli görünce sinirlenerek ya da belki Mrs. Linton’a verdiği sözü tutmak için birden çocuğu gerisin geri itti ve kızgın kızgın Joseph’e: Hindley: “Şunu odaya sokma. Yemek yeninceye kadar tavan arasına at.” Nelly: “Diye buyurdu.” Hindley: “Bir dakika yalnız bırakılırsa pastaları parmaklayıp meyveleri çalacağından hiç kuşkum yok.” Nelly: “Kendimi tutamayıp yok, yapmaz efendim dedim. Hiçbir şeye sürmeyecek elini. Hem sanırım bütün bu yiyeceklerde bizim kadar onun da payı var.” Hindley: “Eğer akşam olmadan onu aşağılarda görürsem payını benim yumruğumdan alır. Hadi, defol karşımdan serseri!” Ne! Bir de şıklık mı taslıyorsun, öyle mi? Dur hele, bu gösterişli lülelerini elime dolayayım da, onları biraz daha uzatır mıyım uzatmaz mıyım görürsün!”

Heathcliff bu yanda bir cehennemi yaşarken diğer tarafta evin kız çocuğu Catherine ile bir cenneti yaşıyordu. Kendileri arasında bir dünya oluşturmuşlar ve bir çocukluk aşkını paylaşıyorlardı. Kısacası Heathcliff’te karşımıza çıkan kötülük ve aşk kavramlarının tohumları çocukluk döneminde ekilmişti. Heathcliff’in kalan yaşantısına yön veren birçok şey olur. Örneğin her ne kadar yıllar sonra gerçekleşse de cehenneminin yıkılışı anlamına geldiği için önemli bir yer teşkil eden bir olay yaşanır: Hindley’le bir kavgaya tutuşurlar. Burada Hindley’i neredeyse öldürecek düzeye getirir ve ardından aslında öldürmeyi başarır. Bu, Heathcliff için cehenneminin yıkılışı anlamına gelir, kötülüğünün çok sinsi bir göz kırpışıdır. Aynı zamanda Uğultulu Tepeler’in yeni efendisi olacağı anlamına gelir. Bundan yıllar önce çok daha önemli bir şey olur Heathcliff’in hayatında, cennetinin yıkılışına sebebiyet verecek bir şey. Bir gün bir keresinde, Catherine’i kendi hakkında bir şeyler söylerken duyar. Catherine, Heathcliff’le evlenmenin onu alçatacağını, küçük düşüreceğini, bu yüzden pek buna yanaşmadığını, daha iyi, daha lüks bir yaşam sürebilmek adına Edgar Linton ile evleneceğini söyler. Bu, Heathcliff’in küçüklükten beri tek dayanak kaynağı olan bir dünyanın yıkılışının habercisidir ve Heathcliff’in bundan sonra yaptığı tüm kötülükler, aslında bu cennetin yıkılışına karşı bir isyan çığlığıdır. Kandırılmışlığın, aldatılmışlığın keskin acısını duyar Heathcliff. Bunun en güzel örneği Heathcliff’in Catherine’e karşı yaptığı her şeyi haklılandırdığı bir konuşmada ortaya çıkar:

“Bana ne kadar acımasız davrandığını şimdi anlıyorum. Ne kadar acımasız davrandığını ve nasıl aldattığını. Neden beni hor gördün? Neden kendi kalbini yanılttın Cathy? Seni avutacak tek söz söylemeyeceğim. Bunu hak ettin. Sen kendi kendini öldürdün. Evet, beni dilediğin kadar öpüp ağlayabilirsin. Benden de karşılık görebilir, bana da gözyaşı döktürebilirsin. Bunlar seni yakıp bitirecek, seni kahredecek. Beni seviyordun. Öyleyse beni bırakıp gitmeye ne hakkın vardı? Söyle, Linton’a duyduğun o geçici heves yüzünden beni bırakıp gitmeye ne hakkın vardı? Çünkü ne yoksulluk, ne alçalma, ne ölüm kısacası Tanrı ile şeytanın el birliğiyle üzerimize yığabileceği hiçbir şey bizi ayıramayacakken bunu sen kendi isteğinle yaptın. Senin kalbini ben kırmadım. Onu sen kendin kırdın. Kendininkini kırarken benimkini de kırdın. Güçlü oluşum benim için daha da kötü. Yaşamak istiyor muyum? Benim için bu nasıl bir yaşam olacak? Sen! Off, Tanrım! Ruhum mezardayken bedenim yaşamış ne yapayım?”

İşte bunlar, Heathcliff’in isyan çığlıklarıdır. Heathcliff, Catherine’in konuşmasına tanık olduktan sonra bir anda ortalıktan kaybolur ve 3 sene sonra Uğultulu Tepeler’e varlıklı bir adam olarak geri döner. Heathcliff bir değişim yaşamıştır ama değişim yalnızca onun hayatında olmamıştır. Edgar Linton ile Catherine evlenmiştir. Heathcliff’in geri dönüşüyle romanın diğer karakterlerine kan kusturma süreci de yoğun bir şekilde başlar. Bunun en açık örneği Catherine’i ölüme sürükleyecek kadar ileri gidişidir. Yaptığı kötülükler yalnızca Catherine ile kalmaz, hiçbir zaman sevmediği ve sevdiği kadınla evlendiği için de tüm oklarını üzerine çevirdiği Edgar Linton’ın kardeşini, Isabella’yı bir şekilde kandırıp onunla evlenmeyi başarır Heathcliff. Hatta bunu o kadar kusursuz bir şekilde başarır ki Isabella’yla evlendikten hemen sonra ortaya çıkan zorba, zulümcü karakterine karşın Isabella hakkında şunları söyleyecektir:

“Bazen sırf onu daha da küçültecek yeni bir şey bulamadığım için yumuşadığım da oldu. Ama abine şunu da söyle: Kardeş ve yargıcın gönlü rahat olsun. Yasalara aykırı tek bir adım atmıyorum. Bu ana kadar kendisine ayrılmaya hak kazandıracak en ufak bir davranışta bulunmadım. Hıh! Dahası da var. Kendisini benden ayıracaklara da teşekkür etmeyecektir. Gitmek isteseydi gidebilirdi. Varlığıyla bana verdiği sıkıntı, kendisine eziyet etmekle duyduğum zevke ağır basıyor.”

Heathcliff’in bundan sonra yaptığı her kötülüğün çok açık bir nedeni vardır; o, geçmişte kendisine karşı yapılan hiçbir kötülüğü unutmaz ve gün gelip devran döndüğünde onları yapanlara karşı her türlü hesabı sorar. Bu, geçmişte ona türlü zulümler yapan, türlü kötülükler yapanları cezalandırmasından başka bir şey değildir. Ve biz okuyucular başlangıçta Heathcliff’e kızıp ondan nefret edecekken bir anda Heathcliff’i haklı bulup onu desteklemeye başlarız. “Tebrik ederim. Bir kötüyü masumlaştırmayı başardın. Oysa ki kötülüğün bir sebep ya da bir amaç gibi kendisi dışında var olan hiçbir bağı yoktur. Ve sen, onu açıklamaya çalışarak aslında onu aklamaya çalışıyorsun. Bir eylem, anlamdan ne kadar uzaksa o kadar kötüdür çünkü, tıpkı iyilik gibi. Eğer her şey senin dediğin gibi olsaydı, Heathcliff gibi yetim olup çeşitli zulümler görmüş ve nihayetinde çocukluk aşkı tarafından haksız yere terk edilmiş dolusuyla kişi var. Hepsinin bir Heathcliff olup çıkması gerekirdi değil mi? Ama öyle değil.”. “Bir dakika!” Tahmin ediyorum ki kafalarımız karıştı, değil mi? İlk bakış açımıza göre, Heathcliff’in yaptığı her şeyin bir nedeni vardı. Geçmişte yaşadığı zulümler, haksızlıklar, kötülükler onun gelecekte yaptığı kötülükleri haklılandırıyordu. Haliyle Heathcliff’in yaptığı her şey, masumdu çünkü şartlar onu bu konuma koymuştu, kendisi hür değildi, o şartlarda kim olursa olsun Heathcliff’in yaptığı şeylerin aynısını yapardı. Evet… Bu kesinlikle kötülüğü masumlaştırmak, onu saflaştırmak olmalı. İkinci bakış açısına göre, kötülük açıklanabilir bir şey değildi ve bu yönde atılacak her adım aynı zamanda onu ahlak olarak kabul edilebilir bir düzeye indirmek anlamına geliyordu. İkinci bakış açımıza göre, kötülük nedensizdi ve kaynağı yine kendisinden geliyordu. Bu yüzden kötülüğü yenme gibi bir şansımız yoktu. Hadi, ikinci bakış açısını anlayabilmek, belki haklılandırabilmek adına bunu bir örnekle açıklayalım. Heathcliff yıllar sonra çocuğunu gördüğünde neler söylemiş bir kulak verelim.

“Aman tanrım bu ne güzellik! Ne sevimli, ne şirin şey! Bunu salyangozla kesilmiş sütle büyükmüş olmalılar. Nelly, lanet olsun bu beklediğimden de beter be! Hani öyle pek ahım şahım bir şey olacağını da beklemiyordum ya…”

Tam bir evlat sevgisi değil mi? İsterseniz şimdi gelin, iki bakış açısını da çeşitli eleştirilere maruz bırakalım ve onlardan doğru tarafları alıp yeni bir bakış açısı yaratalım. İlk bakış açısı dediğimiz gibi haksız bir bakış açısıydı çünkü Heathcliff’in yaptıkları, bir öç almadan çok daha ileri bir konuma çıkar: Hindley’in oğlu için söyledikleri bu yönde güzel bir örnek teşkil eder.İsterseniz öncelikle onu dinleyelim.

“Ona baktıkça seviniyorum. Umutlarımı boşa çıkarmadı. Yaratılıştan aptal olsaydı, bu işin zevki de yarı yarıya azalırdı. Ama aslında aptal değil. Sonra, onun bütün duyguları beni ilgilendiriyor. Çünkü vaktiyle aynı şeyleri ben de duymuştum. Örneğin şu anda neler çektiğini iyi biliyorum. Ama bu yalnızca bundan sonra çekeceklerine bir başlangıçtır. Bu suskunluktan, bu kabalık ve bilgisizlikten de hiçbir zaman kurtulamayacak. Ben onu, babası olacak o alçağın beni bağladığından çok daha sıkı bağladım. Hem de daha aşağı bir düzeye indirdim. Çünkü o, bu hayvansı durumuyla övünüyor. Onu öyle yetiştirdim ki, Artık hayvanlıktan uzak her şeyi sersemlik ve zayıflık diye görüp küçümsüyor. Hah! Hindley oğlunu görse koltukları ne kadar kabarırdı, değil mi? Kendi oğluma baktıkça benim koltuklarımın kabardığı gibi. Ama arada şu fark var; birisi kaldırım taşı gibi kullanılmıştır ama altındır, öteki ise gümüş gibi görünsün diye parlatılmış teneke.”

Evet, burada baktığımızda tam anlamıyla geçmişinde yaşananlara karşı bir intikam duygusundan daha fazlasını görürüz. Heathcliff, kendi kötü ruhunu açıkça ortaya çıkartır ve bir intikamdan çok daha zorba şeyler yapar. Peki ya diğer tarafta kendisinin yaşadığı kötülüklerle hiçbir alakası, hiçbir suçu olmayan Isabella’ya yaptığı şeyler hakkında söylediği bu kötü söylemler ne anlama geliyor olabilir? Heathcliff: “Hıhh. Acımıyorum. Acımıyorum, solucanlar acıdan kıvrandıkça benim de onların bağırsaklarını deşip çıkarma hırsım artıyor. Sanki diş çıkarıyorum da, acısı ne denli fazla olursa ben o kadar kuvvetle bastırıp çiğniyorum.” Bu örnekler tamamıyla birinci bakış açısının yanlış olduğunu ifade etmez çünkü ikinci bakış açısı da tamamen doğru değildir. Evet, Heathcliff’in yaptığı kötülüklerin birçoğunun sebebi yoktur tıpkı iyilik gibi çünkü biz hem iyiliği hem kötülüğü çoğu zaman sebepsiz yere yaparız ama yaptığı bazı kötülüklerin, intikamların nedenleri vardır ve bu geçmişine dayanır. Bu yönden onun sahip olduğu durumu tamamıyla geçmişiyle bağdaşlaştırmak yanlış bir bakış açısı olacaktır, ya da tümüyle anlamsızlaştırmak. Heathcliff’in sahip olduğu aşk ve kötülük çok uç noktalardadır. Bu aşkın kaynağı, -tutkusunun kaynağı- belki de yalnızca kötülüktür. Catherine öldükten sonra söylediği bazı sözler bunun en güzel örneğini oluşturur:

“Azap içinde uyunur umarım. Ölünceye kadar hep yalan söyledin. Nerede o? Orada değil, cennette değil. Yok olmuş da değil, nerede? Ahh! Senin çektiklerinden banane demiştin. Benim de bir tek duam var. Dilim kuruyuncaya kadar durmadan bunu söyleyeceğim: ‘Catherine Earnshaw! Ben yaşadıkça rahat yüzü görme! Beni sen öldürdün, dedin. Öyleyse peşimi bırakma! Öldürülenler, öldürenlerin peşini bırakmazlar. Yeryüzünde dolaşan hayaletler olduğunu sanıyorum. Biliyorum bunu, yanımdan hiç ayrılma. Hangi biçime girersen gir, beni çıldırt! Yalnız, içinde seni bulamadığım bu uçurumun dibinde beni bırakma! Off, Tanrım! Anlatılamaz bu. Canım olmadan nasıl yaşarım? Ruhum olmadan nasıl yaşarım?”

Evet, sizce Heathcliff’i kötü yapan şey neydi? Birkaç bakış açısıyla bunu ortaya koymaya çalıştık ama sizler yorumlarınızla bize yeni bakış açıları sunabilirsiniz ve bunun üzerine daha fazla tartışabiliriz. Bir sonraki Kötülüğün Portresi’nde görüşünceye dek, hoşça kalın.